Batum'da 12 saat
Onaltı yıl öncesiydi son gittiğimde, bu da üçüncüsü oldu
Batum’a gidişimin.Bayram sonrasıydı ve Kırşehir’den gelen çocukluk
arkadaşım Sait ve yanındaki arkadaşı vesile olunca, o misafiri Ömer’in
aracıyla, ani bir kararla gittik. Hiç düşünmediğim bir zamanda oldu
Batum ve Kaboletti gezimiz , hani “ateş almaya mı geldin” denir ya,
öylesi ne 12 saatlik bir gezi . Gezide “kuyruk” sıkıntılarına
katlanılmaz aslında ama 3 saatlik bir kuyruk bekleyişimiz bile
sabrımızı zorlamadı. Sarp sınır kapısında, geceyarısını çok geçmişti
Gürcistan’ın Acara Özerk Bölgesi ‘nin Başkenti Batum’a geçtiğimizde..
Sarp’a tünel çıkışıyla ulaştığımızda genç bir polis
bizi ters yöne yönlendiriyor. “Gürcistan’a gidiyoruz” dediğimiz halde,
gülerek, “önce sıraya girin, kuyruk var” diyor, gecenin o saatinde iki
kilometre kadar uzamış araç kuyruğuna giriyoruz. Araçlar geçiş yaptıkça
sıramız ilerliyor. Araçta şöförü bırakıp biz çay içmek için cafeye
gidiyoruz, genç bir sanatçı Mert Şenel, Türkçe, lazca ve kürtçe
türküler söyleyerek canlı müzik yapıyor, Sarp köylüsü veya Gürcistan’a
geçmek için sıra bekleyenler de horon oynuyor. Biz son parçayı
dinleyebiliyoruz, ardından da Mert’le konuşuyoruz. Mert ve arkadaşları,
“Abi, ne işiniz var Batum’da oradaki aynıları burada, Kemalpaşa ve
Hopa’da da var, boşuna gitmeyin, Karşı tarafta sadece kumar, fuhuş ve
akaryakıt, eğlence bizde de var”diye sanki Batum’a her geçenin
kadın muhabbeti için gidiyormuş gibi bir önyargı ile uyarıyorlar.
Ardından Rize’den arkadaşları ile buraya gelen ve arkadaşları Batum’da
olduğu halde onları bekleyen Samet Köse ile konuşuyoruz, o da diğer
gençler gibi aynı şeyleri söylüyor.
Araç kuyruğundan yüksek bir ses geliyor, o tarafa
yöneliyoruz, yaşlı bir araç sahibi araya giren başka bir araca itiraz
eder oluyor, iki genç o adamın yanına gidip bir şeyler konuşunca adam
itiraz edemiyor ya da susuyor!. Burada araç kuyruğu tabi özel araçlar
için, Tır ve Yolcu otobüsleri sıraya tabi değil. Sarp köyünün
gençleri, bir miktar ücret karşılığı meğer istedikleri aracı diledikleri
şekilde aralara yerleştirerek “Her horoz kendi çöplüğünde öter” misali
harçlıklarını çıkarıyor. Biz o tartışmayı izlerken bu kez ayrı bir
tartışma da Hopa Kaymakamlığı Kimlikle Geçiş İrtibat bürosunda oluyor.
Biz araçla gittiğimiz için o irtibat bürosu ile işimiz olmaz sanıyorduk
taki Samet bizi uyarıncaya kadar. Meğer orada da özel geçiş belgesi
hazırlanıyor, kişi başına bir liralık ücret karşılığında.Araç başka bir
tarafta biz başka bir tarafta sıra bekliyoruz, o sırada İki gençte
Batum’a giden araçlar arasında özenerek dolaşırken, .” Abi benim yaşım
17,5, az kaldı, 18 yaşından küçükler yalnız başına Batum’a geçemiyor,
ancak aileleri ile gidebiliyor.”diye yakınıyor.Üç saat bekleyişimizin
ardından girdik polis ve Gümrük kontrollerine, ardından da Gürcistan
gümrük ve polisindeki kontroller çok uzun sürmedi.
Bizim Artvin’in Hopa ilçesi, Kemalpaşa beldesine bağlı
Sarp köyünün diğer yarısı yani Sarpi’den itibaren yolun sağında önce
Andrea Pirveltsodebuli’nin heykeli, ardından da Hz.İsa'nın On İki
Havari’sinden biri olan Aziz Matthias’ın mezarının bulunduğuna inanılan
Gonio kalesi dikkatimizi çekiyor.. Kalenin hemen yanından da ülkemizde
Bayburt’tan doğan Çoruh nehrinin denize döküldüğü deltayı zaten
görüyoruz.Batum havalimanı da bu delta da yer alıyor. Batum, bizim
Batum, orada da Batumi diye adlandırılan Gürcistan’ın Acara Özerk
Bölgesi’nin başkenti bir liman şehri. İstanbul’a 1264 km, Trabzon’a 215
km ve Rize’ye de 94 kilometre mesafede olan 180 bin nüfuslu bir kent..jpg)
Batum’a ilk olarak 1995 yılında 3 günlük bir gezi için
gitmiştim, o resmi gezide o zamanki Acara özerk Bölgesi’nin
cumhurbaşkanı Aslan Abaşidze’nin davetlisiydik. Sonraki gidişim 1996
yılında Sarp sınır amirinin resmi makam aracı ile 3 saatlik bir özel
geçişti. 31 Mayıs 2012’den itibaren Gürcistan ile Türkiye arasında
vizesiz geçişler başlayınca giriş-çıkışların her iki ülke arasında
çoğalması, oraya gidip gelenlerin “Batum on senede Gürcistan’ın Dubaisi
olur” gibi çok iddialı değerlendirmeleri duyar olmuştum. Bir de kendim
göreyim istedim zaten. Gördükten sonra o Dubai benzetmelerini yapanlara
haksızlık olmasın ama Batum ve çevresinin Türkiye’nin kırk yıl
öncesindeki halini yansıttığını söyleyebilirim.
Batum dendiğinde ülkemiz de akla ilk gelen kadın, kumar,
bar, pavyon(disko) ve oteller gibi eğlence ve konaklama yerleri ile
ucuz akaryakıt. Evet bunların hepsi var ama daha da ötesinde orada
farklı bir kültür ve bizim bilmediğimiz, tanımadığımız bir hayat var. O
akla ilk gelen eğlence sektörünün cilalı ve gösterişli yeni binalarının
arka sokaklarında tam bir sefalet ve yoksulluk var. Eğlence yerleri,
Trabzon, Rize, Artvin veya Hopa’dan gitmiş, o sektörde çalışanlar
tarafından Gürcü ortaklarla birlikte işletiliyor. Sadece kadınlar Gürcü
veya Azeri, garsonların bir kısmı yine Türk. Gelen hesaplar da
Türkiye’deki gece hayatının standartlarında, fark yok gibi. Bana sanki
Batum’daki gece aleminde olan kadınlar, bir gece Hopa, Kemalpaşa ve
çevresindeyse , bir diğer gece de Batum’da dönüşüm yaparak çalışıyorlar
gibi geldi. Çünkü, sınırdan bir geçiş sınırlaması yok.
Batum’a giderken Türkiye tarafındaki araç kuyruğu ve
Gümrük’teki bekleyiş süresi, Gürcistan tarafında yok ve zaten
görevlilerin çalıştığı mekanlar, bizim polis ve gümrükçülerimizin
çalıştığı mekanlardan daha şeffaf ve çağdaş mekanlar. Oysa her iki
tarafta buradaki gümrük binalarını aynı zamanda yaptı. Batum’da çok
katlı birkaç bina göze çarpıyor, limanın hemen batısında kalan orta
caminin minaresinden uzun binalar işte. Halen devam eden inşaatlar bitse
de şehrin silüetinin öyle kolay kolay değişeceğini sanmıyorum ama evet
on altı yıl öncesine göre Batum, çok değişmiş, gelişmiş ve modern bir
şehir olmuş. Batum’da elektrik sayaçlarının evlerin dışındaki elektrik
direklerine takılmış olması dikkatimizi çekti. Böylece Sayaçlar,
direklere konularak, elektrik kaçaklarının önlenmesi kolaylıkla
sağlanabiliyor..jpg)
Sabahı Batum limanında karşıladık. birkaç balıkçı,
oltalarla kefal yavrusu avlarken Limana bir büyük turist gemisi
yanaşıyor.Kahvaltı yapalım dedik, ama tıklık tıklım dolu olan “24 saat
cafe”de yer bulamadık. Çay bulduk ama börek, ya da kahvaltı yapacak bir
şey bulamayınca(!) kahvaltı bahanesi ile daha önceki gidişimde
konakladığımız Osmanlı dönemindeki adı Çürüksu olan Acara Özerk
Bölgesi’nin Antalyası denebilecek Kabuleti’ye geçelim dedik. Pazar
sabahı, halk pazarının kurulduğu büyükçe bir meydanda fırın gördüm,
yarım saat sonra ekmeğini çıkacağını öğrendim. Taze ekmek alırız diye
sevindim ama gezmeye devam ederken o Pazar yerindeki tuvalete
girdim,ücret alma yerinde bir güzel kız oturuyor, kapıları bir insanın
boyundan kısa ve kapıları açık bir garip yer. Adam, tuvalete oturmuş,
kapıyı bile kapatmamış halde hecat gideriyor, bir diğeri gelip kapıyı
eliyle tutup hacet gideriyor.Tuvalet demeye bin şahit lazım, Tiksindim,
çıktım.
Hemen yakından gelen sesler üzerine kapısı açık bir domuz
mezbahasına gittim, kafeslerdeki domuz yavruları böğürüyor, bir pis koku
ki sormayın, midem bulandı artık. Bir ekmek aldım tava ekmeği ama o
görüntülerden sonra hiçbir şey yememeye karar verdim. Pazardan aldığım
pestil, üzüm, şeftali, domates, salatalık, kestane, incir gibi
meyvelerle idare ettik.Döndükten sonra bizim Fatih Şahin’den duydum,
Orta camiye gitseymişiz, orada Arhavili bir dönercinin güzel
yemeklerinden yiyebilirmişiz ama bir sonraki sefere artık. Birlikte
olduğum arkadaşlarda ekmekte bile “domuz yağı vardır” diye ısrar edince,
aldığım ekmeği de atmak zorunda kaldım. Yeni açılmış bir pastahanede
birer çay içtikten sonra Kaboleti’den ayrılıp, Batum yolu üzerindeki
Botanik bahçesine gittik. Botanik bahçesine kişi başına 6 lari vererek
girdik, elbette ağaç çeşidi ve doğa olarak mest olduk. Botanik bahçesine
özel yan tarafları açık özel araçlarla isterseniz tamamen
gezebiliyorsunuz yoksa yürüyerek bu ağaç koleksiyonunu tamamen gezmeniz
saatler alabilir.Ben zaten hayrandım bu parka, arkadaşlarımda mutlu
oldular. Yeri gelmişken botanik Park kısaca;
“Batum Botanik Bahçesi (Gürcüce: ბათუმის ბოტანიკური ბაღი /
Batumis Botanikuri Baği). Acara özerk cumhuriyetinin yönetim merkezi
Batum’un dokuz kilometre kuzeyinde, 111 hektarlık alana yayılan botanik
bahçesi. Karadeniz kıyısında yer alır ve halk tarafından Mtsvane Kontshi
(Yeşil Burun) olarak adlandırılır. Batum Botanik Bahçesi, Eski Sovyetler
Birliği’nin en büyük botanik bahçesiydi. Batum Botanik Bahçesi’nin
kuruluşuna 1880’lerde Rus botanikçi Andrey Nikolayeviç Krasnov
(1862-1914) ve kardeşi General Pyotr Krasnov tarafından başlandı. Resmen
3 Kasım 1912’de açıldı. Bahçe, iki yetenekli bahçe uzmanı ve dekoratörü
Fransız D’Alphonse ve Gürcü İason Gordeziani tarafından düzenlendi.
Bahçe, Sovyet döneminde daha da genişletildi. Batum Botanik Bahçesi’nde,
Kafkasya’ya özgü bitkilerin yanı sıra, Uzak Asya, Yeni Zelanda, Güney
Amerika, Himalayalar, Meksika, Avustralya getirilen 2037 bitki türü
bulunmaktadır. Bunların sadece 104 türü Kafkasya’ya özgüdür. Batum
Botanik Bahçesi, eskiden Gürcistan Bilimler Akademisi tarafından
işletiliyordu. 2006 yılından bu yana ise bağımsız bir
kurumdur.”(wikipedi)
Birlikte gittiğim arkaşlarımdan Ömer,
matematik öğretmeni, sait de sosyal hizmetlerci. Gösterişli binaların
arkasında saklanan yoksulluk, turistik rehberlerde olmayan gerçek yaşam
koşulları, o Pazar yerlerinde göze çarpıyor. Gürcistan’ın para birimi
lari ve bizim paramızdan daha değerli. Bizim yüz liramız, sınırdan ilk
girdiğiniz de 85 lari, şehirdeki döviz bürolarında 89, 90 ve 92 lari.
Ufak bir ekmek 1 lari, Pazardaki Domates’in bir kilosu 2 lari, bir kilo
üzüm 2,5 lari, salatalık 2 lari, 1 fincan çay 1 lari. Kestane balının
fiyatını sordum birkaç yerde,16 lari, 22 lari ile 35 lari arasında
değişti fiyatlar. Türkçe bilen uyanıklar 35 lari diyen...................yazının
devamı için tıklayınız
xxxxxxx
Trabzon'da bir İssiyin ağa vardı
Bir tuhaf adamdı rahmetli. Bir gün “İssiyin Ağa geliyor” diyerek bize
nasihat veren amcam önce, “sakın kimse gülmesin, sakın kalbini kırmayın,
sakın kimse ceplerine dokunmasın, kimseden bir gık duymayacağım”
diyerek, bizi merakta bırakmıştı. “Ağa”yı duymuştuk, Ayvadere(Aho)’deki
Ori Ağa, teyzemin kayınpederi idi, sık sık duyuyorduk namını ve “Ağa”nın
ne demek olduğunu da onun sayesinde yakından tanıyorduk. Biz de zaten
Demirayak Mehmet Ağa’nın torunlarıydık. Fakat, İssiyin Ağa, bizim
bildiğimiz “Ağa”lardan değildi! O bir Veli, abdal’dı. Yani, O “Gönüller
Ağa”sı idi . Evde o sırada biz on çocuk vardık zaten, geniş aile olarak
aynı çatı altında dedem ev reisi, bizim aile ve diğer amcamın ailesi
ile bir de bekar amcamla yaşıyorduk. O bize sıkı sıkıya nasihat veren de
zaten bekar amcamdı. Asker’den yeni gelmiş ki, sanki orada
öğrendiklerini bizim üzerimizde uygulayarak, unutmamaya çalışırcasına
bizi disiplinize ediyor. Sıkıysa uymayın uyarılarına, alim Allah anında
haşlardı adamı.
Çağıl’ın oradan gözüktü
İssiyin Ağa dedikleri, bir sağa bir sola derken ağır adımlarla ve
yaylanarak geliyor, o an “ne kadar da nazlı ağa” diye düşünmüştüm.
Yaklaştıkça amcam onu karşılamaya hazırlanıyor, eve zaten haberi
ulaştırmışız, İssiyin Ağa gelince evde bir şenlik oluyor. Karadeniz de
Hüseyin adı, “İssiin”, “İssiyin” gibi telaffuz ediliyor, “Hüseyin”
demek, daha şehirlice kaçıyor ki pek kullanılmıyor. Mustafa’ya “Mustava”
, Hasan’a “Hassan”dendiği gibi..Ben de İssiyin Ağa’ya, hiç “Hüseyin ağa”
dendiğini duymadım mesela. Ya İssin Ağa, veya İssiyin Ağa denirdi. Öte
yandan kimileri de “Deli issiyin” diyordu ama biz hiçbir zaman “Deli
issiyin” diyenlerden olmadık. Başta dedem Hacı Muhammet (Hacı gaadir)
olmak üzere, babamlar, amcamlar ve genelde Hacıhamzaoğulları kabilesinde
de hep İssiyin ağa dendiğini bilirim.
Ayaklarında gara lastik,
elde dokunmuş yün çorapları, yamalanmış ceket ve pantolon, işluk, kazağa
benzer bir giysi, bir ince kravat boynunda,ceketinin üzerinde ayrıca bir
palto, başında bir bere benzeri bir giysi,parmaklarında Hacı yüzükleri
ve çok uzaklardan görülebilen şişkin cepleri ile ünlü İssiyin Ağa. 1913
yılında Arsin’in Oğuz Zazana(Güneyce)’da doğduğu belirtiliyor, nüfus
kaydı diye bir olay olmadığından bu doğum tarihleri, Karadeniz de
özellikle yaşlı kuşak için hep aşağı yukarı denilerek bilinir. 1977’de
vefat ettiğinde 64 yaşında olduğu yazıyor mezar taşında, İssiyin Ağa 35
yıl önce vefat ettiğinde ben 13 yaşındayım işte. Zazana’dan, Aho,
Zanike, Hara, Foşa, Humurgan, Yomra, gitmediği mekan yoktu!
Dedem karşıladı İssiyin
Ağa’yı önce, babam ve diğer amcam gurbetteler o sıralar. Ter içinde
kalmış, kapının önünde biraz soluklandıktan sonra Dedem,Nenem’e,
Nenem’de gelinlere (Annem ve yengem) su hazırlamalarını söyledi,
İssiyin Ağa her evde rahat edemezdi, dedem onun huyunu bildiği için ve o
da dedemin bir dediğini iki etmediğinden, önce bir duş almasını sağladı.
Ardından da yemek faslına geçildi. Nenem ocak başındayken, bizim yan
odanın çok amaçlı dolabını(Hem yan odasından ve hem de kapağı olan, bir
nevi ev ile oda arasında yemek, su, ekmek vs alıp verme dolabı) açıyor
İssiyin Ağa, oradan evin içine bakıp, ocakta ne yemeği hazırlandığını
görebiliyor. Nenem, Mısır unu ile hamsileri sıkıp, tavada hamsikuşu
yapıyormuş, issiyin Ağa bunu görüp, dönüp odada dedeme, “abla bana kuş
yapıyor” diyor ve gülümsüyor. Zaten gülücükler yüzünden hiç eksik
olmazdı, belki ona çok takılan ve bunaltan (boğaltan) insanlara kızdığı
zamanlar hariç tabi. Mana dünyasından bihaber olan insanlar, genelde bu
tür insanlara “delidir, ne yapsa(yaparsan) yeridir” mantığı ile
bakarlardı!
Yemekten sonra İssiyin Ağa,
evin dışındaki tuvalete gidiyor, ardından Mahmut amcama bağırıyor,
“mamut gel mamut gel gel” diye, sonra amcam önce gidip İssiyin Ağa’nın
bel bağını çözüyor, İssiyin Ağa tuvalette hacetini yaptıktan sonra
da, “bir ibrik su” istiyor, ardından tekrar “mamut, mamut gel gel”
diye bağırıyor ve amcam koşturup, bu kez de pantolonunu düzeltip,
İssiyin Ağa’nın bel bağını bağlıyor. İssiyin Ağa, “Alla razı olsun”
diyor sık sık amcama..Biz tüm bunları uzaktan seyrederken, zaman zaman
güldüğümüz fark edilmesin diye de uzaklaşıyoruz tabi.İssiyinağa’nın
sadece o şişkin cepleri değil, jest ve mimikleri de bizleri güldürüyor
ve bu hareketler zaten bizi mutlu etmeye yetiyor sebeplerdi çünkü öyle
bir insanı, başka yerlerde görmek mümkün değildi, hele ablam, onun söz
ve hareketlerini o gittikten sonra da bizlere resmeder ve sürekli
gülmemizi sağlardı. Hani pozitif enerji denir ya, işte tam da İssiyin
Ağa, gittiği her ortama o enerjiyi yayan, saçan bir “Gönüller Ağa”sı
idi.

Tabi Mahmut amcam ona
hizmette kusur etmemeye dikkat ediyordu ama babasının korkusundan mı,
yoksa ona duyduğu muhabbetten mi orasını o zamanlar tam bilemiyorum ama
İssiyin Ağa’nın o şişkin ceplerini hiç kimseye elletmediği
hatırlıyorum. Onun evi cepleri idi, nesi var, nesi yoksa her şeyi
ceplerindeydi ve zaten onu, hatırda bırakan da o kocaman cepleriydi.
Annemin fasulye toplarken doldurduğu peştemalı gibi İssiyin ağa’nın her
bir cebi vardı. Özel dikim cepler, hem pantalonun iki tarafında ve hem
de ceket ve paltosunun her iki yanların da ve dolu dev ceplere sahipti.
O ceplerinde genellikle ev kadınlarının ki, o ev kadınlarına “ganayaklı”
derdi, o zamanlar yorgan ipliği, yorgan iğnesi, çengelli iğne, bel
lastiği,çit çit, mendil gibi ihtiyaçları olabilecek eşyalar da
bulundururdu. Çarşıda pazarda gezdiği tüm evlerde gördüğü bir eksik
varsa kadınların istediği veya kendi gözlemlediği, onları temin eder, o
eve bir sonraki gidişin de de mutlaka o kadınlara lastikse lastiği, iğne
ise iğnesini veya çengelli iğneyi verirdi. O cepleri ile ilgili
Ağabeyim, “Benim de bir çok anım var ama Ceplerini sadece anneme emanet
ederdi, annem onun sırdaşı sayılır, o kadarını söyleyeyim ” diyor.
İssiyin Ağa’nın dikkat
ettiğim bir yanı, ona özellikle ganayaklı dediği kadınların ondan
istediği bir şey olursa bir sonraki gelişi ne zamansa o haneye tekrar
geldiğinde o isteneni getirmesiydi. Bunu Anneme getirdiği bir yorgan
iğnesi ile neneme verdiği bir bel lastiğinden hatırlıyorum. Fakat, o
iğneleri getirdiğinde varsa dikilecek sökükleri, onları da anneme veya
neneme güvenerek verir, başında bekler ve söküğünün dikilmesinden sonra
da sevincini gösterir, dua ederdi kendi kavlince. Onun söylediklerini
normal insanlar ilk tanıdıklarında pek anlayamazlardı, İssiyin ağa’nın
söylediklerini anlayabilmek için onu biraz daha yakından tanımak
gerekiyordu. İşte zaman zaman bizim anlamadığımız sözlerini amcam çok
iyi anlardı ve İssiyin ağa’nın bize söylediklerini amcam tekrarlar ve
biz de ona uyardık. Namaz kılacağı zaman bize , “kaçılın” dese, ne
yapacağını biz bilemezdik, ama amcam, “çekilin önünden namaz kılacak”
derdi. Fakat, bizim ailede cemaatle namaz kültürü vardır, sadece İssiyin
Ağa hariç. O kendi namazını kendi Üslubuna göre kılardı, zaten kendine
has bir kur’an dili vardı..
İssiyin Ağa’nın elleri de
tam işlevsel değildi, tam sakat değildi ama tam mucurum da değildi. Hem
bu durum konuşmalarına da yansıyordu zaten. Fakat İssiyin Ağa’nın
görülmeyeni görebilen bir gücü vardı. Nerede bir felaket varsa, veya
hangi hanede bir hasta varsa orada bulunurdu, onlardan önceden haberdar
olurdu! Mesela yaşayanların anlatılarına bakıldığında Sürmene’den kalkan
ve Samsun’a gitmekte olan yolcu ve yük dolu bir vapur’un Giresun
açıklarında fırtınaya yakalandığı, o vapurun içindekilerin ha battı
batacak diye korkuya kapılıp feveran ettikleri bir sırada İssiyin
Ağa’nın Vapur’un yelken direklerinde görüldüğü ve, “batmayacak,
korkmayın, sakin olun” diye bağırdığı ve millete moral verip
sakinleştirdiği, ardından fırtınanın dindiği ve İssiyin Ağa’nın vapur’da
görülemediği ortadan da kaybolduğu söylenir. Yine mesela İssiyin Ağa’nın
Kaşıkçı’dayken,o dönemler şimdiki gibi çok araç olmadığı halde bir
vasıta ile Trabzon’a gidenlerin onu Çömlekçi’de gördükleri anlatılır.
Veya Hac’ca gidenlerin karayolu ile bir ayı aşkın süren Hac
yolculuklarından döndüklerin de İssiyin Ağa’yı Kabe’de gördüklerini de
anlattıklarına kimseler inanamaz. “Hacı”lar yalan söyler mi?“Hiç olur mu
öyle şey” diye hayretler içinde kalır tüm bunları dinleyenler. Üstelik
İssiyin Ağa’nın o yarım haliyle anlatılanları yapması normalde zaten
mümkün değildir! Ama biz, anlatılanları aktarırken bile inanmakta güçlük
çekiyoruz fakat, bunlar olmayacak şeyler de değil. Mana aleminde böylesi
yetilere sahip insanlar günümüzde de vardır da biz onlara kim bilir o
“Deli”dir bakış açısı ile bakıyoruzdur ne dersiniz?
Fotoğrafını Yeniköy’den
Hüseyin Öztürk çekmiş, İssiyin Ağa’yı ,Sağır Fatme lakaplı Fatma teyze
ile. Fatma teyzenin İssiyin Ağa’nın teyzesi olduğunu söyleyenlerde
vardı, Fotoğrafı görünce mezarını sordum, Yeniköy’de merkez caminin
yanındaymış. Oraya gittim, Ali Beşiroğlu ve Cami imamı ömer çalışkan’la
birlikte, hem mezarı ziyaret edip bir Fatiha okuma fırsatı buldum hem de
mezarın fotoğrafını çektim. Allah gani gani rahmet eylesin. Ardından da
İssiyin Ağa ile lgili söylenenleri dinledim.

Remziye A(74); Bana “pambuk”
derdi İssiyin ağa, Annem, onun “ermiş” bir insan olduğuna inanırdı.
Babamın teyzesi Fatma hala, İssiyin ağa Oğuz Zazana’dan Fatma hala
onunda teyzesi. Ağrısı olanlara yelbağı derdik, onu yapardı. yorgan
ipliğinden, hem bağlar hem okur, ve ağrısı olana verir, böylece şifa
olurdu millete. Hasta olan insanları o kendisi anlar, gider okur, üfler,
hasta olan insanları rahatlatırdı. Veli mi, derviş mi, Hızır mı ne
dersan de, öyle bir insandı işte, öyle anlatmakla anlaşılacak gibi
değildi. Bize çengelli iğne verirdi, yorgan yüzlemekte iplik verirdi,
Allahım rahmet eylesin ruhuna, babamın akrabalarındandı. Babamın
teyzesinin oğlu idi. Pervane’den bir kadın geldi, uzun boyluydu, o Oğuz
Zazana (Güneyce)’dan, Hacı ibşiroğullarındanmış, İssiyin ağa,onun
amcasıymış”
xxxxxxxxxxx
Bir yabancı gözüyle Ayder
Sabahın erken saatleriydi yola çıktığımızda, güneş var ama soğukta var
tabi.kış mevsimi, hava erken kararıyor, hedefimizde Rize’nin Ayder yaylası
var, niyetimiz oraya çıkmak ve tabi hem doğa ile iç içe olmak ve bir de
kaplıcaya girmek. Bölgeye kar erken yağmıştı biliyorduk bunu soğuktan da
anlayabiliyorduk ama anlamak yetmiyormuş meğer!.Fazla sürat yapmadan
gidiyoruz gerçi ama yanımdaki yabancı, sanki trafik eğitmeni. Biraz kırık
Türkçesi ile anlayabildiğim tepkiler veriyor, iyi de oluyor bu tepkileri
gerçi bir Pazar sabahında yollarda trafik denetimi olabileceğini
düşünmüyordum ama yok kısa aralıklarla sıkça radar ve polis kontrollerine
tanık oluyoruz. Yolda bizi vızır vızır geçen araçların polis kontrollerinde
durdurulduğunu görüp, daha da dikkatli yol alıyoruz.
Yanımdaki yabancı dediğim yine Karadenizli birisi ama biraz
bize göre daha da doğuda kalan başka bir ülkenin vatandaşı. Rusya
Federasyonu’nun tıpkı Çeçenistan gibi bağımsızlık verdiği Abhazya
Cumhuriyeti’nden. Altı dil biliyor misafirim, bu dillerden biri de Türkçe.
Tamı tamına her şeyi konuşamayabilse de yüzde doksan anlaşılabiliyoruz.
Mesela o trafik polislerinin kontrollerinde, “polize” diyor, veya ekmeğe
“akmak” diyor, veya ezan okunurken Türkiye’de “Ellahu ekber” deniyor
olmasına kızıyor ve “Allahu akbar” denmesi gerektiğini söylüyor.

Bir yabancının gözü ile Ayder’i görmek istiyorum aslında, bu
nedenle de sık sık turizmden söz ediyoruz. Benim bir şeyler anlatmama gerek
kalmıyor, evet doğamızla manzaramızla etkiliyoruz ama o sürekli kendi ülkesi
ile kıyaslıyor gördüğü manzaraları, “aynı, biz de de var, bizde bol su var,
çok ucuz” diyor akan dereleri için. Ardından Pitsunda-Mısra ve Rıtsa tatlı
su gölleri ile Kafkas Dağlarının Dombai (ülgen) en yüksek tepesinin kendi
ülkelerinde olduğundan sıklıkla söz ediyor. Rize’de orta caminin hemen
arkasındaki kadınlar pazarına uğruyoruz, Ziraat’te bir demlik çay içtikten
sonra. Orada da Trabzon hurması, mandalina, kivi, elma, armut satan köylü
kadınlardan alışveriş yapıyoruz. Onlar için de, “bizde var hepsinden,ucuz
ucuz” diyor. Bizim pazarı pahalı buluyor, bunu da sık sık “Türkiye, pahalı”
demesinden çıkarıyorum.
Gözleri yollardaki levhalardan ayrılmıyor, trafik işaretleri
konusunda çok hassas, yol şeritlerinde ve seyirde trafik kurallarına riayet
edilmesine dikkat çektikçe artık dayanamıyorum ve çekiyorum arabayı yolun
sağına, iniyorum araçtan, “sen geç bakalım direksiyona” diyorum. Rize’den
aldığımız elmalardan yiyip, seyehatın keyfini çıkarmaya çalışıyorum bir
yandan da fotoğraf çekiyorum yol boyunca. Ardeşen’den sapıyoruz Çamlıhemşin
yoluna. Bizim yabancı hala susmuyor ama yolda yine trafik akışında
birbirleri ile kapışan araç sürücüleri için, “deli deli bunlar, heyvan”
diyor arasıra, ben dikkat kesiliyorum o söylendikçe, makas atan sürücülere
kızıyor. “bu yolda olmaz” diyor ve bunların kendi ülkesinde bir çok ülkede
cezalandırıldığını söylüyor.
Henüz öğlen olmamış ama Çamlıhemşin’den Ayder yoluna girince
yollardaki kırağı ve buzlanma ile karşılaşıyoruz. Mikron köprüsünde fotoğraf
çekmek için duruyoruz, tam o sırada birisi elindeki olta ile derede kırmızı
benekli alabalık tutmaya çalışıyor, dereyi yokluyor. Bir tane balık aldığını
görüyoruz, onu da bize ikram edip, gidiyor balıkçı. Mikron köprüsü, araçlar
için değil de yaya ulaşımı için yapılmışa benziyor, çünkü karşı tarafından
patika yoldan başka bir yol bulunmuyor. Yola devam ediyoruz, yol kısmen
oğuz kalmış yerlerde yer yer buzlu ve tehlikeli olabiliyor. Hele bölgeye
gelen yabancılar için oldukça kaygı verici olabiliyor. Ayder’e yaklaştıkça
artık kar ve buzlanma iyice belli ediyor kendini, sık sık vites değişen
yabancının yüzüne bakıyorum, oradan da yolun tehlikeli olduğunu anlıyorum
zaten. Tam Ayder’e varacağız derken kar yolları çevrelemiş, yolda bir araç
kalmış ve karşıdan da bir araç geliyor derken bizde kalıyoruz orada.
Zincirli araçlar bile yolda zorlanıyor düşünün artık. Bizim
yabancı iniyor araçtan, yola bakıyor birkaç manevra ama olmuyor. Lastiklere
bakıyor, yola bakıyor ardından bana, “senin lastikler berbat, olmaz, zor
böyle” diyor. Ardından da bana, aracın önüne oturmamı söylüyor, oturuyorum
ama yine olmuyor. Birkaç kez geri geliyor, tekrar deniyor ama nafile. Bu
sırada da o yolda önümüzde kalan aracın sahibine kızıyor, söylenmelerinden
onu anlıyorum. O yolda durmasaymış, biz hızımızı kesmeseymişiz çıkardık
yoldan diye anlıyorum. Biraz da hak veriyorum gerçi. lastiklerin havasını
indirmek istiyor, Tekrar araçtan iniyor, lastiklerin havalarını yarıya kadar
indiriyor ve ikinci viteste birkaç manevradan sonra çıkıyoruz Ayder’e.
Üşümüş, sık sık “nerde sıcak su var” diye soruyor. Ama Ayder’in düzünü
görmeden hemen kaplıca olmazdı, Kaplıcanın üzerinden aracı park edip, yaya
olarak çıkıyoruz o şenliklerin yapıldığı yere. Önceki yıllara oranla Ayder’i
çok sessiz ve de ıssız görüyorum. Evet kar var, buz var, soğuk var ama daha
öncede kar olduğu zamanlarda bir çok tesis açık olurdu ama bu kez öyle
değil, açık olan tesislerde de sitem var.
Bir öğrenci grubu camında “Orijinal Ayder muhlaması yediniz
mi?” yazan yerde sobanın başında ısınırken, işletme sahibi ile pazarlık
yapıyor. Kulak misafiri oluyorum, kız diyor ki adama, “bu kadar pahalı
olurmu amıca, biz öğrenciyiz bize indirim yap, sürümden kazanırsın, bak biz
çok kişi geldik” diyor ama adam, “kizim doğri diyorsunde bak bu karda buzde
benden başka kaç kişi tikkanini açmiş buyle” diye karşılık veriyor, yan
tarafta bir öğrenci o yazıdaki muhlamadan yiyor, bir yandan da telefonda
ondan söz ediyor. Bizde orijinal bir Ayder muhlaması tadalım diyoruz iki çay
bir muhlamaya 18 lira veriyoruz. Oradan çıkıp biraz daha yukarılara çıkalım
diyoruz. Ayder’in manzarasıyla ünlü yamaç evlerinin önünde ateş yakıp ısınan
vatandaşlarla, yol boyunda karı küreyerek mangalına yer açmış, 07 plakalı
araçla Ayder’e çıkmış turistleri mangal yaparken görüyoruz. Ayrıca 35,
48,55,03,06, 34, 25, 61 plakalı araçlarla karşılaşıyoruz. Bizim yabancı ,”
derece, derece” diyip, ellerini ovuşturuyor, çok soğuk demek istediğini
anlıyorum ve zaten “sıcak su nerde var” diyor, bunu birkaç kez tekrarlıyor.
Daha fazla üşümeden giriyoruz kaplıcaya. Öğrenci grupları dışında turist pek
seyrek, Ayder’in bu sessizliğe bürünmesi, biraz da daha önceki yıllarda
burada heliski turizminin şimdi yapılamıyor olmasındandı. Avrupa’daki
ekonomik kriz ve heliksi turizminde de Helikopter kiralama ve uçuş
kurallarındaki belirsizlik nedeniyle bu spora ara verilmiş olmasının rolü
görülüyor.yazık.

Dışarıda havanın kar ve buzlu olması
kaplıcanın içine de yansıyor. Büyük havuzdaki buhardan göz gözü görmüyor
nerdeyse, bizim yabancı bu durumu beğenmiyor. Rusya’da veya kendi
ülkelerindeki bu tür doğal sıcak suya sahip kaplıcaların çevreyi görecek
şekilde cam içinde olduğunu, hem kaplıcaya girerken ve hem de aynı zamanda
insanın manzara seyrettiğini, oysa Türkiye’deki bu kaplıca anlayışının tıpkı
Türk hamamı mantığına dayalı yapılıyor olmasının altını çiziyor. “Ama böyle
kimse gelmez ki, cam içinde olsa o zaman güzel” diy............yazının
devamı için tıklayın
xxxxxxxxxxxxxxxx
Trabzon'da iki uyanık ortak
Eminbey, bu sitede adından sıkça söz ettiren kişidir, zaman zaman ama
şimdiye kadar hep “sustuğu”, en yakınlarına bile anlatmadığı, ama içten içe
hep kendisini sömüren o “kullanılma” duygusunu bir kenara bırakıp, sırf
“etik” olmaz diye bugüne dek sustuğu ve anlatmadığı dolandırılmasının
hikayesini anlatacak bana. Tabiî ki bende siz sevgili, saygıdeğer
okurlarımıza bir “ibret vesikası” olsun babından aktaracağım. Önce biraz
eminbey’den söz etmeliyim, nasıl biridir, bunu dolandıran o “arkadaş”
bildiği ama hayatının en büyük darbesini yediği o insanlar, aslında bu
Eminbey’in ,“iyiniyetini” nasıl istismar ettiler, onun hikayesini
aktaracağım. Belki sizlerinde vardır o tür “arkadaş”ları, hani eminbey’in
canı yandı, bari başkalarının başı yanmasın diye..
Eminbey, işçi emeklisi bir
insan. Ama cebinde taşıdığı bankaralara ait kredi kartlarının limitleri çok
yüksek. Mesela sizler, yanı bu yazıyı okuyanlar olarak kaçınızın bir
bankadan eski değerlerle 18 milyar, şimdiki değerle 18 bin liralık, bir
diğer bankanın 6 bin 100 lira kredi kartı limitiniz var? İşte eminbey’in
böylesi bir itibarı var bankalarda. Zaten o “arkadaş” bildiği insanların da
umuru, zaten eminbey değilmiş, o kredi kartlarının limitleri imiş. Zaten
Eminbey’in bunu anlaması da, o kredi kartlarındaki tüm limitlerin
kullanılmasından sonra oluyor. Ama iş işten geçmiştir. Sonrası icralar,
mahkemeler, hacizler vs.iki çocuğu var Eminbey’in, kızının düğünü olacak,
oğlu üniversite öğrencisi ve “arkadaş” bildiği insanların acımasızca bir
planına kurban ediliyor. Anlatıyor eminbey;

Bir sigara dağıtım şirketinde
çalıştığı sırada tanıştık Mustafa Özay Küçükertunç ile.genel de Özay adını
kullanıyor. O firmadan ayrıldıktan sonra Umay Bahçekapılı diye bir arkadaşı
ile Özçaba adında kurdukları bir gıda toptancısı şirketin post cihazı ile
yanıma geldi. ‘bir çekim var takasa düşecek, bana para lazım, varsa 7 milyar
versen’ dedi. Param yok dedim, o zaman ‘kredi kartın var mı dedi’, var
dedim. Elinde post cihazı, yalvardı yakardı 7 milyar çekeyim, ‘iki gün sonra
sana veririm’ diye yeminler etti, inandım. Verdim kartı. Hani dara
düşmüştür, arkadaşımızdır, yalan söylemeyi de beceremem. Çekti bir güzel,
slipini de bana verdi, gitti. Gidiş o gidiş oldu. Sonra telefonla aradım,
‘abi çek vardıya, senden çektiğim paraya da banka el koymuş, alamadım’ diye
mazeret bildirdi. Yine yanıma geldi, yalvar yakar, o 7 milyar yerine 7
milyar daha karttan çekip, ona takla attırarak önceki çektiği 7 milyarı
ödeyecek karta güya, ama o da gitti. Bu kez, ‘bizim elemanlar akşam
saatlaeinde dönüyor abi, ben senin paranı elemanlar gelince gece yatırırım,
sen bana kartların şifresini de ver, ben hallederim’dedi. Tamam dedik, orada
teslim olduk.Meğer, adam bizim bankalardaki limitlere göz dikmiş ama hala
anlamıyorum tabi”
Bir başka gün bu kez Özay’ın
ortağı Umay Bahçekapılı elinde post cihazı ile geliyor Eminbey’in yanına.
“beni Özay gönderdi, 7 bin liraya acil ihtiyacımız var, çek benim adıma
düzenlenmiş, mutlaka ödenmesi gerekiyor “ diye yalvar yakar, ona da yok
diyemiyor eminbey, ve 7 milyar lirada ona çektiriyor. Fakat, Umay, özay’dan
daha ciddi, daha dürüst ve daha sözüne güvenilir bir insan imajı çiziyor.
Bizim eminbey’de zaten buna aldanıyor, ve “Özay’ın ortağı, yanlış yapmazlar”
diye umarak veriyor kredi kartını. Ardından kartların ödemelerinin günü
gelince Özay Küçükertunç, tüm kartları bir kart, iki kart, üç kart, dört
kredi kartı derken iki bankanın 24 milyar limitli kartlarının hepsini
kendinde toplayıp, limitlerini dolduruyor ve bu kartları takla attırarak
bir süre kullanıyor. Kartları elinden gitmiş, şifreleri gitmiş bizim Eminbey
hala o “arkadaş” dediği adamların parasını ödeyeceğini ve kartlarının da
kendisine verileceğini bekliyor. Hatta, Eminbey, Özay’a verdiği kredi
kartına olan borcunu kapatmak için bir başka bankadan 10 milyar kredi çekip,
kendi borcunu kapatıyor ki kredi kartları tamamen Özay’ın borcu olsun, o
burcunu ödüyor aklı sıra ama arkadan Özay tüm limiti bir gecede tamamen
kullanıyor.Eminbey, zaman zaman da bunların Toklu mahallesinde sahilde olan
şirketlerine gidip geliyor,kartların ödemesinin yapılıp yapılmadığını takp
ediyor güya. Tabi bu gidip gelmeleri sırasında şirkette karşılaştığı
alacaklılar kafasını karıştırıyor Eminbey’in , safiyane olarak güya Özay
Küçükertunç’a da soruyor , “bu kadar alacaklın geliyor, nasıl başa
çıkacaksın, adamlar baskın yaparlarsa diye korkmuyor musun?” diye ama Özay
buna, çekmecesini göstererek, “alacaklılara karşı tedbirimi almışım”
diyerek, gülerek çekmecesinde silah bulundurduğunu ima ediyor. Bu aslında
Eminbey’e de bir gözdağı ama Eminbey’in o tertemiz kalbi, bunu anlayamıyor
bile!.
Bu arada iki ortak bir
başka gün M. Özay Küçükertunç ile Umay Bahçekapılı birlikte Eminbey’in
yanına geliyorlar. Planları varmış meğer, o planda bankadan kredi çekilmesi.
Özay, Eminbey’e diyor ki, “Umay Bahçekapılı’nın bankalarda sicili bozuk,
problemi varmış, kredi alamıyoruz.o nedenle onun 60 milyonluk sermayeli
özçaba şirketimizdeki yüzde 30 olan hissesini sana 20 günlüğüne
devredelim, böylece bankadan kredi alalım, krediyi alır almaz da senin kredi
kartlarının borçlarını kapatalım, başka çaremiz yok, sana olan borcumuzu
bşka türlü kapatma imkanımız yok” diyor. Eminbey, kara kara düşünüyor ama
24 milyar lirayı da kurtarmak için çaresizlik içinde kabul ediyor bunu. Umay
Bahçekapılı’da da buna dünden razı, birlikte gidiyorlar Trabzon
1.noterliğine. buraya şirketin bayan muhasebecisi Şennur Aydın’da geliyor,
işlemler yapılıyor imzalar atılıyor. Bu arada şirket sermayesi de 60
milyondan 600 milyona çıkarılıyor. Meğer bankadan kredi çekme olayı
bahaneymiş, Özay ile Umay kavgalı olduklarından Umay şirketten ayrılmak
istiyor buna da Eminbey’i kur...................yazının
devamı için tıklayın
xxxxxxxxxxxxxxx
Çuha çiçeklerini toplayıp,
Kurutun
Çuha çiçekleri kuruduktan sonra,
bu kez şifa vermeye başlar. Bunu için çiçekleri parçalara ayırarak kurutup
bir kavonazda saklamanızı öneriyoruz. Daha sonra sıra çuha çiçeği çayı
yapmaya geliyor. Kurumuş çiçeklerden bir ya da iki tatlı kaşığı alıp, bir
bardak kaynar suda 15- 20 dakika demlendirip içiyorsunuz. Günde iki ya da üç
kez içebilirsiniz. Spazm çözücüdür, yatıştırıcı ve rahatlacıdır, migren
ağrılarını azaltır.
Mart Çiçeği (Çuha Çiçeği)

|